Yeni Köşe Yazısı

Gündem 19.02.2020 - 00:20, Güncelleme: 01.12.2021 - 19:23 2340+ kez okundu.
 

Yeni Köşe Yazısı

Beş duyumuz var diye öğrettiler. Dokunma, görme, duyma, tatma, koklama. Duyu kelimesi duymak, hmekten gelir malumunuz.
Sıcağı, soğuğu tenimizle duyarken tatlıyı, ekşiyi, acıyı, tuzluyu dilimizle duyuyoruz. Bu sadece somut anlamda duymayı tanımlayan bir tasniftir. (İlkokul 1. Sınıf). Peki merhameti, özlemi, aşkı, korkuyu, pişmanlığı, utanmayı hangi duyumuzla duyarız dersiniz?   Duyu kelimesinden daha kapsamlı bir kelime yukarıdaki meseleyi izah ediyor aslında: Latife. O bahsettiğimiz hislerimizin hepsi birer latifedir. İnsanın fıtratına Fatır-ı Hakîm tarafından derc edilen bu latifelerimiz hakkıyla insan olabilmemiz için gerekli hasselerimizdir. Mesela hamiyet diye bir hassemiz vardır. Latifelerimizden merhamet ve hamiyet işlediğimiz günahlarla tahrip olup fıtratımız bozulmadıysa sokakta çöpten ekmek alan birisini gördüğümüzde başımızı diğer tarafa çevirmez, içimiz cız edip elimizden gelebilecek bir yardımı ondan esirgemeyiz.   Latifelerimiz hususunda kelam uzar gider. Hatta beş duyumuzun bile ilkokulda öğrendiğimiz gibi olmadığını anlatmaya kalksam yine hayli sayfa gerekir. Şimdilik sadece görmemeye yarayan organımız gözden bahsedelim.   Bazı Allah dostlarının naz makamında yazdıkları mısralar vardır. Bu mısraları alelade birisi söylese dinden çıkma ihtimali var. Onu söylemek için o olmak lazım. “Cennet, cennet dedikleri / Birkaç köşkle birkaç huri / İsteyene ver anları / Bana seni gerek seni” demek için Yunus olmak lazımdır. Yunus olmasa da bu minvalde naz makamına yakın bir söyleyiş yakalayan Serdar Tuncer Deme Bari şiirinde şöyle bir dörtlük yazar:   “Güya her perdeden öte yerdesin Ya perde yok ya sen sana perdesin Tamam, sustum, sormuyorum nerdesin? Taktığın perdeye göz deme bari”   Evet göz sözlükte yazdığı gibi görmemizi sağlayan organ değil, bilakis görmemizi engelleyen perdedir. O yüzden milyonlarca yıldız, yüzbinlerce galaksi, gezegen içinden toz kadarlık bir yerde yaşayan canlılar var, gerisi boş diyor insanlar. Gittik, gördük, kameralar gönderdik, milyarlarca mekan boş duruyor, diyorlar. İstanbul gibi bir şehir var, milyonlarca hanesi var ama sadece bir evde ışık yanıyor. Sadece bir evde yaşayanlar var diyorlar. Çünkü onlar gözlerinin görmeye değil, görmemeye yaradığını bilmiyorlar. Böyle insanlar için “akılları gözlerine inmiş insanlar” tanımı en doğru tanım olsa gerek.   Necip Fazıl Visal şiirinde şöyle bir cümle kullanır: “Yoksa göz, görüyorum sanmanın öksesi mi?”. Evet, bir istifham ile aynı hakikati söylüyor aslında Üstad. Göz, görüyorum sanmanın öksesi. Etrafımızı görüyoruz sanalım diye bizi avutan bir perde. Hatta Üstad’ın tanımıyla kuşları yakalamaya yarayan bir ökse.   “Kara Toprak” şiirinin şairi Aşık Veysel’e soruyor bir gün bir spiker: Gözleriniz görmediği halde toprağı nasıl bu kadar güzel anlatabildiniz? Evet, toprak hakkında yazılmış en güzel şiiri âmâ bir şair yazmıştır. Cevap veriyor Aşık: “Eğer gözlerim görseydi toprağın değerini belki ben de bilemezdim. Sizin gibi üstüne basar, çiğner geçerdim.”   Bir annenin, evladıyla telefonla konuşurken evladı henüz hiçbir şeyden bahsetmeden “Kafana takılan bir şey var. Hadi anlat çocuğum.” Demesi görmek için gözün değil gönlün olması gerektiğini ispatlamıyor mu? “Kalpten kalbe bir yol vardır, görülmez / Gönülden gönüle yol gizli gizli.”   Tanıştığımız biriyle konuşurken ona muhabbet duymamız, güvenmemiz ya da güvenmeyip sözlerine inanmamamız fiziki gözümüzle karar kılacağımız işler değil basiretimizle, gönül gözümüzle kanaat getireceğimiz meselelerdir.   Görmek yerine yine daha kapsamlı bir kelime olan “basiret” giriyor devreye tam da bu noktada. Basiret, yani gönül gözü. Gönül gözü ile bakan fiziki gözle bakmasa da görür. Aksi halde baksa da göremez.   Gönül gözü ile bakan kışın kuruyan ağaçlar baharda yeniden yeşerirken o ağaçlarda mahşer yerini görür. Japonya’da insanların, kiraz ağaçlarının tomurcuklarının patladığı tarihte onları izlemeye durmaları onların gönül gözlerinden umut olduğuna delalettir kanaatimce. Bir de etrafına bakan ama ünsiyet perdesi ile hiçbir inkılabın farkında olmayan insanlar var. Birçoğu gözlerinden rahatsız değildir belki de.   Geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz kıymetli şair ve fikir adamı Nuri Pakdil’in Rahman şiirinin son mısraı ile bitirelim bugün de: “Gören gözlere ortalık ışımıştır.”
Beş duyumuz var diye öğrettiler. Dokunma, görme, duyma, tatma, koklama. Duyu kelimesi duymak, hmekten gelir malumunuz.

Sıcağı, soğuğu tenimizle duyarken tatlıyı, ekşiyi, acıyı, tuzluyu dilimizle duyuyoruz. Bu sadece somut anlamda duymayı tanımlayan bir tasniftir. (İlkokul 1. Sınıf). Peki merhameti, özlemi, aşkı, korkuyu, pişmanlığı, utanmayı hangi duyumuzla duyarız dersiniz?

 

Duyu kelimesinden daha kapsamlı bir kelime yukarıdaki meseleyi izah ediyor aslında: Latife. O bahsettiğimiz hislerimizin hepsi birer latifedir. İnsanın fıtratına Fatır-ı Hakîm tarafından derc edilen bu latifelerimiz hakkıyla insan olabilmemiz için gerekli hasselerimizdir. Mesela hamiyet diye bir hassemiz vardır. Latifelerimizden merhamet ve hamiyet işlediğimiz günahlarla tahrip olup fıtratımız bozulmadıysa sokakta çöpten ekmek alan birisini gördüğümüzde başımızı diğer tarafa çevirmez, içimiz cız edip elimizden gelebilecek bir yardımı ondan esirgemeyiz.

 

Latifelerimiz hususunda kelam uzar gider. Hatta beş duyumuzun bile ilkokulda öğrendiğimiz gibi olmadığını anlatmaya kalksam yine hayli sayfa gerekir. Şimdilik sadece görmemeye yarayan organımız gözden bahsedelim.

 

Bazı Allah dostlarının naz makamında yazdıkları mısralar vardır. Bu mısraları alelade birisi söylese dinden çıkma ihtimali var. Onu söylemek için o olmak lazım. “Cennet, cennet dedikleri / Birkaç köşkle birkaç huri / İsteyene ver anları / Bana seni gerek seni” demek için Yunus olmak lazımdır. Yunus olmasa da bu minvalde naz makamına yakın bir söyleyiş yakalayan Serdar Tuncer Deme Bari şiirinde şöyle bir dörtlük yazar:

 

“Güya her perdeden öte yerdesin

Ya perde yok ya sen sana perdesin

Tamam, sustum, sormuyorum nerdesin?

Taktığın perdeye göz deme bari”

 

Evet göz sözlükte yazdığı gibi görmemizi sağlayan organ değil, bilakis görmemizi engelleyen perdedir. O yüzden milyonlarca yıldız, yüzbinlerce galaksi, gezegen içinden toz kadarlık bir yerde yaşayan canlılar var, gerisi boş diyor insanlar. Gittik, gördük, kameralar gönderdik, milyarlarca mekan boş duruyor, diyorlar. İstanbul gibi bir şehir var, milyonlarca hanesi var ama sadece bir evde ışık yanıyor. Sadece bir evde yaşayanlar var diyorlar. Çünkü onlar gözlerinin görmeye değil, görmemeye yaradığını bilmiyorlar. Böyle insanlar için “akılları gözlerine inmiş insanlar” tanımı en doğru tanım olsa gerek.

 

Necip Fazıl Visal şiirinde şöyle bir cümle kullanır: “Yoksa göz, görüyorum sanmanın öksesi mi?”. Evet, bir istifham ile aynı hakikati söylüyor aslında Üstad. Göz, görüyorum sanmanın öksesi. Etrafımızı görüyoruz sanalım diye bizi avutan bir perde. Hatta Üstad’ın tanımıyla kuşları yakalamaya yarayan bir ökse.

 

“Kara Toprak” şiirinin şairi Aşık Veysel’e soruyor bir gün bir spiker: Gözleriniz görmediği halde toprağı nasıl bu kadar güzel anlatabildiniz? Evet, toprak hakkında yazılmış en güzel şiiri âmâ bir şair yazmıştır. Cevap veriyor Aşık: “Eğer gözlerim görseydi toprağın değerini belki ben de bilemezdim. Sizin gibi üstüne basar, çiğner geçerdim.”

 

Bir annenin, evladıyla telefonla konuşurken evladı henüz hiçbir şeyden bahsetmeden “Kafana takılan bir şey var. Hadi anlat çocuğum.” Demesi görmek için gözün değil gönlün olması gerektiğini ispatlamıyor mu? “Kalpten kalbe bir yol vardır, görülmez / Gönülden gönüle yol gizli gizli.”

 

Tanıştığımız biriyle konuşurken ona muhabbet duymamız, güvenmemiz ya da güvenmeyip sözlerine inanmamamız fiziki gözümüzle karar kılacağımız işler değil basiretimizle, gönül gözümüzle kanaat getireceğimiz meselelerdir.

 

Görmek yerine yine daha kapsamlı bir kelime olan “basiret” giriyor devreye tam da bu noktada. Basiret, yani gönül gözü. Gönül gözü ile bakan fiziki gözle bakmasa da görür. Aksi halde baksa da göremez.

 

Gönül gözü ile bakan kışın kuruyan ağaçlar baharda yeniden yeşerirken o ağaçlarda mahşer yerini görür. Japonya’da insanların, kiraz ağaçlarının tomurcuklarının patladığı tarihte onları izlemeye durmaları onların gönül gözlerinden umut olduğuna delalettir kanaatimce. Bir de etrafına bakan ama ünsiyet perdesi ile hiçbir inkılabın farkında olmayan insanlar var. Birçoğu gözlerinden rahatsız değildir belki de.

 

Geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz kıymetli şair ve fikir adamı Nuri Pakdil’in Rahman şiirinin son mısraı ile bitirelim bugün de:

“Gören gözlere ortalık ışımıştır.”

Habere ifade bırak !
Habere ait etiket tanımlanmamış.
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve gebzeninsesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.